Öfke ve acının yaktığı gözlerimi yere dikmiş, sessizce
bekliyordum. Kapıyı ardından yüreğimi ağzıma getirircesine çarpıp çıktığında
bile yerimden kıpırdayamamış, hiçbir şey hissetmemiştim. Artık hiçbir şey
hissedemeyecekmişim gibi geliyordu. Nefes almayacak, gülmeyecek, konuşmayacak,
bakmayacak, duymayacaktım. Bir yanım zihnimi yeniden toparlayıp ayağa kalkmamı söylüyor,
diğer yanım ise buna gerek olmadığını, kalbim durana dek orada öylece oturup
çürüyüp gitmemin en iyisi olacağını fısıldıyordu. Fısıltı büyüdü, koca bir çığlığa
dönüşünceye kadar büyümeye devam etti.
Ellerimi kullanabiliyor olduğumu hatırlayabilseydim eğer
kulaklarımı kapatır, o sesi bastırmaya çalışırdım. Yapamıyordum. Acaba
bitkisel hayat dedikleri şey de buna mı benziyordu? Fişi çekip beni ebediyen bu
aciz durumdan kurtarması için birini bulabilir miydim? Ona para verebilirdim.
Tüm varlığımı gözleri önüne serer, “Tavan arasındaki kitaplarım, küçük
çalışma odasındaki kitaplarım, merdivenlerdeki kitaplarım, salondaki halının
üzerine yığılı olan kitaplarım, mutfak tezgâhının üzerine bıraktığım en
sevdiğim kitabım... Hepsi senin olsun." derdim. “Hepsi senin olsun, yeter ki çek
şu fişi!” Sahi benim bir fişim var
mıydı? “Şuralarda bir yerlerde olması gerek” diye geçirdim içimden. Birden yürüyebildiğimi
hatırladım ve hızla ayağa kalktım. Dehşet içinde etrafıma bakınıyor, bulduğum
her şeyi bir kenara itiyordum. Bir fiş olmalıydı, kimse yapmayacaksa bile ben
yapabilirdim. Kendi kendimi bu lanet olası acının altında ezilmekten
kurtarabilirdim. Sonra birden durdum. “Öyle bir fiş yok ve sen deliliğin
eşiğindesin.” diye fısıldayan sesin sahibinin çehresini zihnimde
canlandırdığımda yine kıpırdayamaz hale gelmiştim. “Bu sefer değil?” diye
bağırdım öfkeyle. “Bu sefer öylece çekip gidemeyeceksin.”
Hemen yanı başımdan geçip giden hayalini görmezden gelmeye
çalışıyordum fakat bunu yapamayacağımı kahrolası kalbimin hala atıyor oluşunu
bildiğim kadar iyi biliyordum. Boğuk sesi kulaklarımda çınladı bir süre… Evin
içinde oradan oraya dolaştım durdum arkasından. Durmak bilmiyor, benim peşinden
gittiğimi gördükçe adımlarını daha da sıklaştırıyordu. Üst kata çıkan
merdivenlerde tökezleyip düştüğümde ve beni beklemesini söylediğimde bile
umursamazca omzunu silkip yürümeye devam etti. Beni umursamıyor, pervasızca
kendi bildiğini yapmaya devam ediyordu. “Yeter!” diye sızlandım artık
yürüyemeyeceğimi hissettiğim bir anda. “Ne olur dur artık!”
Durdu, gözlerini hafifçe kısmış tam yatak odamın eşiğinde
bana usulca gülümsüyordu. O gülümsediğinde dudaklarımın kontrolünü kaybederdim. Her zaman böyle olmuştu. “İşte böyle…” diye
mırıldandı bana bakmaya devam ederken. “İşte böyle. Beni karanlıkta bırakmaya hakkın yok!”
Ben son gücümü de sarf edip ona doğru koşup
kollarımı boynuna doladığımda kahkahalarımız birbirine karıştı. Beni göğsüne
çekmiş saçlarıma dudaklarını değdiriyordu. “Artık gitmeyeceksin değil mi?” diye
mırıldandım acı bedenimden çekilmeye çalışırken. Cevap vermedi. Bir süre
bekledim, belki de düşünüyordur dedim kendi kendime. İyi de bunda düşünecek ne
var diye de sormadan edemedim. Onu bu kadar seven birinin yanında kalmak ne
kadar zor olabilirdi ki? Korkuyla kafamı kaldırıp gözlerine baktım. Orada
gördüğüm şeyin etkisiyle mi yoksa kollarını artık üzerimde hissedemiyor
oluşumun dehşetiyle mi ağlamaya başladığımı bilmiyordum. Gözyaşları yanaklarımı
yakıyor, üzerimi ıslatıyordu. “Yapma!” dedim hıçkırıklarım havayı doldururken.
Boğazımın tam ortasında nefes almamı engelleyen bir şey vardı. “O” karanlığın
içinde görünmez olana dek ağladım.
Her şeyin bir hayalden ibaret olduğunu, son günlerde çok sık
bu tür hayaller gördüğümü düşünerek ağladım. Sanki orada gerçekten biri varmış
gibi hissettiren o şeyin kaybolmasını istemiyordum bile. Bunun bir hastalık
olduğundan emindim. Çok uzun yıllardır o ilaçları neden kullanmak zorunda
olduğumu biliyordum. Ama bir şeyler vardı. Beni rahatsız eden, doğru gelmeyen,
boğazımı yakıp ruhuma akan o hissi içimden bir türlü söküp atamıyordum. Bunun
sebebi şizofreni hastalığının gün geçtikçe zihnimi ele geçirdiğini bilmem
değildi. Sebep yalnızca o hastalıktan keyif alıyor oluşumdu. Hiç olmayan şeyler
görmem ve onlara körü körüne inanmam hoşuma gidiyordu. Yanlış olduğunu bildiğim
halde ŞİZOFREN bir hastanın, hastalığından kurtulmak istemesini anlayamayacak
kadar zevk alıyordum o şeyden. Her şeyi olmasını istediğin gibi görmenin veya
kendini diğerlerinden soyutlayıp gerçekten kafanı dinleyebileceğin bir dünya
yaratmanın neresi kötü olabilirdi ki?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Olur da eserse diye.