18 Mart 2013 Pazartesi

Yorum || Elizabeth Hoyt-Çirkinin Aşığı


KÜNYE:
Orjinal Adı: Raven Prince
Sayfa Sayısı: 384
Yayın Yılı: 2010
Yazar: Elizabeth Hoyt
Prens serisinin 1. kitabı.

Farklı dünyalara ait iki inatçı… Zengin ve hırslı bir kont ve kocası tarafından terk edilen genç, güzel ve kaprisli bir dul…
Teslim olmayan bir kadın hislerine ne kadar dur diyebilir?.. Tesadüflerin ördüğü ağlarda arzular mı gurur mu kazanacak?
Çirkinin Aşığı heyecanı yüksek ve kışkırtıcı bir hikaye sunuyor.







OKUR YAZAR ÇİZER YORUMU 

Uzun, fazlasıyla uzun bir aradan sonra Historical’a yeniden dönmek, üstelik Elizabeth Hoyt’un Çirkinin Aşığı’yla bir dönüş yapmak romantizme kapatmaya çalıştığım beynimde soğuk su etkisi yarattı. Kitap bittiğinde orada burada zıplayıp “Edward istiyorum ben. İşi gücü bırakıp Edward’ın huysuz söylenmelerini dinlemek istiyorum.” diyerekten en az bir 24 saat rahat dolanmışımdır. Çevremdeki zavallıların kitap boyunca dinlemek zorunda kaldıkları düşük çenemle ilgili yorum yapmayacağım ama siz anladınız onu. 

“Ciddi Spoiler!” uyarımı yapıp hemen kitaba geçmek istiyorum.            

Elizabeth, böyle giderse Judith’in tahtında kendine bir yer açar ve ben de  “Historical okumak istiyorum ama okumaya değecek kitap bulamıyorum.” gibi takıntılarımdan kurtulmuş olurum.  Bu kadın gerçekten Historical’ın hakkını vererek yazıyor ki günümüzde bu türün öncüleri olarak kabul gören çok sayıda yazar bile Elizabeth’in yanında yeni doğmuş bebek gibi kalıyorlar. Kurgu ve olayların gelişim sürecinde, okuyucuyu sıkmayan geçişler yazabilmek her yiğidin harcı değildir. Her kitapta olduğu gibi Çirkinin Aşığı’nda da eksiklikler vardı elbette ama o eksiklikleri gözümüzün önüne bile getirmeye tenezzül etmeyeceğimiz o kadar tatlı bir üslup kullanılmıştı ki kimse çıkıp “Şurası olmamış, burası şöyle kusurluydu.” demeye cesaret edemez gibi geliyor bana. Hani ben buna cesaret bile demem çünkü böyle bir eserden sonra bunu söylemek aptallıktan başka bir şey olamaz. Kusur arayan zihinlerimizi biraz yontmamız gerekiyor artık. Yaratılan her şey nasıl ki mükemmel olamayacaksa yazılan hiçbir eser de mükemmeliyeti yakalayamaz diye düşünüyorum. 


 

Neyse, mesajımızı da verdiğimize göre… Artık Edward’ın kaslarına, ıhım, yani kitabın konusuna geçebiliriz.
Her ne kadar kitabın orijinal ismi Kuzgun Prens olsa da yayınevinin seçtiği isim de gayet uymuş. Zira başkarakterimiz sevgili Swartingham Kontu Edward de Raaf –bir adama ismi bu kadar mı yakışır?- genç yaşta geçirdiği çiçek hastalığı nedeniyle yüzünde ve vücudunun bazı yerlerinde yara izleri taşıyan bir adam. Yara izlerine rağmen yakışıklılığından ve çocuksuluğundan hiçbir şey kaybetmemiş olması da cabası. Yine de Lord efendimiz sırf bu yüzden insan içine çıkmaktan pek hoşlanmıyor. İnsanların ve özellikle de kadınların yara izlerinden iğrendiklerini düşünüyor ki haksız da sayılmaz. Zamanın sosyetesi birini dışlamak için malzeme bulmaya görsün… Peki Edward meydanı boş bırakır mı hiç? Bırakmaz tabii. Huysuz, kaba saba, inatçının önde gideni bir herif olsa da insanların ona saygı duymalarını bir şekilde sağlıyor. Aslında bu umurunda da değil ya, neyse.

Edward de Raaf ailesini kaybettikten sonra bir evlilik yapmış fakat doğum esnasında eşini ve çocuğunu aynı anda kaybettiği için derin yaralar almıştır. Üstelik eşi onu hiçbir zaman sevmediğini söylemiş ve böylesine iğrenç bir adamla evlenmek zorunda bırakıldığı için lanet ederek ölmüştür. Bu olayın ardından Edward uzun süre yalnız kalmış, yalnızlığa da alışmaya başlamıştır. Bir gün –mübarek gün- huysuzluğundan durmadan şikâyet etmesinden bıkıp usanan sekreterleri art arda kaçmaya başlayınca yardımcısına doğru düzgün bir sekreter bulmasını emreder. O esnada yıllar önce dul kalmış, ölen kocasının annesine ve evdeki hizmetkârlara bakmak için canını dişine takmış Anna Wren tesadüfen Kont’un yardımcısıyla karşılaşır ve sekreterliği memnuniyetle kabul edeceğini söyler. Tabii Kont’un bundan haberi olmaz. Sekreterinin bir kadın olacağını bilmiyordur çünkü kâhya efendi Edward’a kaçamak cevaplar verip durumu geçiştirir. Edward o sırada şehre gitmek zorundadır ve döndüğünde sekreterinin yapması gereken her şeyi eksiksiz olarak masasında bulmayı umut eder. Hayaller, hayaller… Masasında bulduğu, neredeyse eksiksiz yapılmış işler dışında bir adet Anna Wren olmuştur ki Kont kadını gördüğü anda olaylar kontrolü dışında gelişmeye başlar. Onu işten atamaz çünkü kadın birçok sekreterden daha beceriklidir. En önemlisi Edward’a karşı müthiş sabırlıdır. Birlikte Kont’un arazilerini gezip ota püsüre yorum bile yapıyorlar, daha ne olsun?  

Gel zaman git zaman Kont ve Anna arasında kaçınılmaz bir çekim başlar ve kendilerine engel olmakta oldukça zorlanırlar. Edward, Anna’nın  çocuksuz bir dul olduğunu ve dolayısıyla da kısır olabileceğini bildiği için kendini ondan uzak tutmaya çalışır. Hem zaten Anna’yla tanışmadan önce şehre gittiği sırada kendi çapında bir nişan anlaşması yapmıştır –it herif-  ki bu da işleri daha da çıkmaza sokmuştur. Nişanlı, soyunu devam ettirecek ve hayatına az da olsa neşe katacak bir çocuk istiyor ve en önemlisi de Anna’ya olan duygularının yoğunluğu onu korkutuyor.

Edward, Anna’nın etrafında içine düştüğü tutkuyu az da olsa gidermek ve tabiri caizse kadının üzerine yanlışlıkla falan atlamamak için Afrodit’in Mekanı denen bir yere gitmeye kadar verir ve Anna da bunu fark eder. Bu arada Edward yüzünden gözüm dönmüş kadın karakter hakkında bilgi vermeyi unutmuşum. –ama haksız mıyım Allah aşkına? Adam durmadan küfür ediyor, tatlı tatlı hem de. Şirin şirin ediyor küfürünü. Edepli edepli ediyor. Gel de bu adama deli olma.-
Şimdi bu Anna, Edward’ı deli gibi istiyor anam. Daha açık nasıl anlatılır bilmiyorum. Elinde olsa adamı tenha yerlerde kıstırıp üstünü başını parçalamaya başlayacak ama o fırsatı vermiyorlar ki garibime.  O da ne yapsın, adamın başka bir kadınla birlikte olmasını kaldıramayacağını bildiğinden yan karakterlerden birinin yardımıyla kendini Afrodit’in Mekânı’nda yüzünde kocaman bir kelebek maskesiyle, yarı çıplak buluveriyor. Ondan sonra da olanlar oluyor zaten. Edward, seviştiği kadının Anna olduğundan habersiz hayatının en güzel sevişmesini yaşıyor. Burada araya sızmak zorundayım. Bir yazar erotizmi ancak bu kadar abartısız ve güzel ifade edebilirdi sayın okurlar. Elizabeth o sahneleri öyle bir yazmış, öyle bir tarz oluşturmuş ki “Allah’ım nolur diğer kitaplarında da bu tarzının dışına çıkmamış olsun, NOLURRR! ^-^” diye yalvarmaktan dilimde tüy bitti.

Üst üste iki gece seviştikten sonra –ben bir ay falan o mekândan adım atmazlar diye bekliyordum ama neyse hadi bir şey demiyorum-  bu ikisi eski yaşamlarına geri dönerler fakat Edward seviştiği kadından bu kadar etkilenmesine bir anlam verememektedir ve daha da kötüsü Anna’yı aldatmış gibi hissetmektedir. Olaylar çığırından çıkar, Anna’nın sırları ve duyguları tehlikeye girer. Düşmanlar ardı ardına tünemeye başlayınca çiftimiz kendilerini hiç beklemedikleri bir oyunun ortasında bulurlar. 

Bundan sonrası artık kabul etmek istemedikleri aşklarının ve sonsuz tutkularının derinliğine kalmıştır.
Kitabın sonu birçok Historical romana nazaran beklenmedik bir şekilde bitince yüzümdeki sırıtmayla saatlerce gözlerimi kırpıştırıp durdum.

Elizabeth Hoyt, Judith’den sonra beni etkileyen en iyi Historical yazarı diyorum başka da bir şey demiyorum. Serinin devamını Çirkininin Aşığı için kenara itelenmiş kitaplarımı bitirir bitirmez almayı düşünüyorum. Büyük ihtimalle bir haftayı geçmez. Sabırlı bir insan olmamla anılmadığım doğrudur. 

Sevgiler, saygılar (:

-Bol bol Edward’lı kitaplar okumanızı dilerim.

2 yorum:

  1. Vay canına... eğlenceli ve eleştirel yorum bu olsa gerek.Tebrik ediyorum sizi. Blogger hesabım olmadığı halde başka bir paylaşım sitesi aracılığıyla bloğunuza denk geldim ve sırf bu yüzden blog açıp sürekli takipte kalmayı planlıyorum. Sık sık yorum yapmıyorsunuz sanırım ama öyle olmasını umut ediyorum. Historicalle uzaktan yakından alakam olmamasına rağmen şu yorumdan sonra kitapçıya uğramam gerekiyor.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim Miraç
      Bir erkeğin Historical'le ne kadar alakalı olması gerektiğini bilmemekle beraber, kitapçıya uğramakta her zaman fayda vardır (: Sık sık yorum yapmak için de yemek yerken vs bilgisayarın başına oturmam gerekir ki ben o halde yorum yapmaya kalkarsam konu çok farklı yerlere gidebilir. Vakit buldukça bir şeyler yazmaya çalışıyorum. İşten güçten gün içinde okumak için bile pek vaktim olmuyor, geceye sarkıttığım oluyor. O yüzden sıklık konusunda kesin bir şey söyleyemeyeceğim. (:

      Sil

Olur da eserse diye.